2001 yılbaşı arifesi, Christmas arası ve yeni yıl kutlaması için Kanada’dan Türkiye’ye dönüyorum, ailecek yeni yıla Londra’da girmeye karar vermişiz. Yıllar içinde bizim çekirdek ailemiz için yeni yıl kutlaması ciddi bir gelenek haline geldi, biraz fazla radikal olduğumuzdan ötürü etrafımızdaki insanların kutladığı hiç bir bayramı kutlamayan bizler, yeni yıl arasını, seçtiğimiz başka bir ülkede bir şehirde kutlamayı adet edindik. Geniş ailenin gelenekler için yaptığı bayram kutlamaları sahte birer tiyatro oyunu gibi olduğu için ben zaten hiç sevmezdim, ama bu başka bir günün hikâyesi.
Bugün nasıl olup da kendimi Londra’da bulduğumu anlatacağım ve daha önemlisi bundan sonrası ne olacağı…
Biraz zaman içinde yolculuk yapacağız. Önce bazılarınızın hatırlayacağı ama birçoğunuzun hatırlamayacağı ‘99 depremine’ gideceğiz. Burada detaylara fazla girmeyeceğim çünkü deprem zaten gündemimiz ama ilerisi için ince bir detay bu hikâyede saklı. Depremin olduğu gece ben Avşa adasındaydım. Depremden yaklaşık 3-5 dakika önce Yalova’da benimle buluşmak için bekleyen bir arkadaşımla telefondaydık. Yakın zamanda üniversite için Toronto’ya taşınacaktım ve öncesinde bir gurup arkadaşımla Yalova’da buluşma ayarladık. Bir haftalık bir veda kutlaması planlamıştık. Gerçekten garip bir geceydi. Telefonu kapattıktan kısa bir süre sonra olan depremde Avşa’da sadece uzun bir sallantı hissedildi. Hiç birimiz bunun bir facianın parçası olduğunu anlamadığımız gibi evde yaşanan panik sırasında olan komik olaylara gülerek sonlandırdık geceyi, ertesi sabah acı haberlerle yüzleşene kadar. Biz bir adadaydık. İşte ada hayatı o noktada bitiyor insana. Her şeyin telefonlar da dâhil kitlendiği bir noktada ne bir hareket yapabiliyorsunuz, ne telefon ile kimseye ulaşabiliyorsunuz. Güzel manzaralı açık hapishanenizden durumu izlemekten başka elinizden hiçbir şey gelmiyor.
Simdi biraz ileri zamana gidelim. Seneler içerisinde gördüğümüz birçok Avrupa şehrinden sonra 2001 yılına Londra’ya gitmeye karar verdik. Açık konuşmak gerekirse Toronto, İstanbul ve Londra arasında yapılan peş peşe uçuşlar sonrası ciddi bir ‘Jet Lag’ yaşıyor olmanın verdiği bir bulanıklık durumu olduğu doğru. Bütün bunlara rağmen turistik olarak yapılması gereken her şeyi yaptığımızı söyleyebilirim. Bütün bunların sonunda beni tek etkileyen şeyin içtiğim hamur kıvamındaki bira olduğunu da itiraf etmeliyim, üstelik birayı hiç sevmeyen biri olarak söylüyorum bunu. Onun dışındaki her şey ise kısaca griydi, grinin her tonu ama o düşündüğünüz kitaptaki gri tonlarından bahsetmiyorum. Sanırım yapabileceğim en doğru benzetme bu; yağmurlu, soğuk, anlaması imkânsız bir İngilizce ve soğuk insanları. Gerçekten etkilenmediğim bir şehir, ne parkları, ne yüzleri ne de o meşhur mumyaları… Kim teşekkürler yerine şerefe derki zaten? Şaka bir yana gerçekten Londra ile ilgili o güne kadar duyduğum her şeyi daha da anlayamayacak bir noktaya geldim. Toronto’da da efsane parklar vardı. Hatta bizim kampüsteki bir tanesi muhteşemdi, koskoca Dolmabahçe’yi her sene okul zorunluluğu ile gezerek karış karış ezberlemiş biri olarak bir saraydan etkilenmekte çok kolay olmuyor ve eğer Paris Louvre’u gezme şansınız olduysa başka bir müzenin sizi etkileme şansı olmadığı gibi bir gerçek vardı hayatımda. Bunlar tabi ki de benim fikirlerim. Gördüğüm en az etkileyici şehirlerden biriydi. Ek olarak niye illa yolun tersine yapmak zorundalar ki… Yani kısaca bir haftalık uzun tatilin bitişi ile beraber Londra’da benim için bitti. Öyle bir bitti ki, ben bir daha bu adaya asla gelmem dedim.
Simdi biraz daha ileri 2010, şapka kariyerime başladım. Bir anda hayatımda ulaşabileceğim bütün tedarikçiler İngiltere’den çıktı, en iyi şapkacıların hepsi Londra’daydı ve benim işimin merkezi de buradaydı dolaylı olarak benim de… En azında ayda bir defa Londra ve çevresindeki yerlerle iş sebebi ile seyahatler başladı. Tedarikçiler, piyasada ne oluyor bitiyorlar, ne gelişme var, komik olacak ama bu kadar uzun vade geliş gidişlerimde sadece bir kere yağmurla karşılaşıp, kış turlarımda dahi hep güneşli havalara denk gelmiş olmam ayrı bir tartışma konusu. O zaman olayı çok kavrayamadım ama sanırım evren benimle bir oyun oynuyormuş. Hatta belki de Londra beni kandırıyormuş, emin değilim. Ama hiç bir şey olmadıysa bile bir şey olduğundan eminim.
Londra’ya her gelişimde, Kensington tarafında kalmayı tercih ettim. O zamanlar orası en sevdiğim noktalardan birinin çok yakınındaydı; Hyde Park, sanırım bu nokta bana biraz da Toronto’yu hatırlattı, dünyanın farklı köşesinden gelen insanların aynı parkın içinde özgürce eğlenip, rahatlaya bilmesi, köpeği, çocuğu veya içkisi ile keyif yapabilmesine olan özlemimi de tetikliyor gibiydi. Seneler içerisinde, İstanbul daha depresif bir hal aldıkça, Londra’yı sevmek daha kolay olmaya başladı. En basitinden bir şapka ve uçuk bir şapkayla “şapkacı” olmak yerine, aynı görüntü ile herhangi biri olabilmek harikaydı. Sadece bendim kısaca, sıradan ben… İnsanlar hep çok nazik, hep bir gülümseme, bir günaydın veya merhaba. Her şey ulaşılabilir, organize. Taciz yok, hiç bir şey yok. O kadar aş erdiğim bir şey haline gelmiş ki bütün bunlar, ülkedeki şartlar zorlaştıkça, ben daha çok Londracı olan bir tutuma doğru gidiyordum.
Sanırım, Mart 2016’da olan terör olayı, benim için son damlaydı. Daha fazla bu acıyı kaldırabilecek bir ruh durumumun kalmadığı gibi bir gerçek vardı. Konunun, inandığının arkasında durup durmamakla bir alakası kalmamıştı, bir tarafımda sessiz kalan insanların umursamazlığına veya en azından o duruşlarına çok kırgındı. Nefes alamadığım gibi bir gerçek vardı. Bütün bunların üstüne bu kadar acının yanında pahalı bir takım şapkaları insanlara satmaya çalışmak dahi anlamını yitirmiş, manasız bir hale bürünmüştü. Kısaca işte bu sırada çok ani ve sessiz bir kararla Londra’ya taşınmaya karar verdik. Benim kalan akıl sağlımı korumam, çenemi kapatamadığım için olabilecekleri engellemek ve birazda enternasyonal bir şapkacı olabilmek için.
18 Haziran 2016, Londra’ya gidiş; evet evet tarihi doğru okuyorsunuz uçaktan inince arkamızdan Atatürk Havalimanı’nda patlayan bomba, deliliğin ta kendisiydi. Ve bizim için ne kadar doğru bir karar olduğunun ispatı gibiydi ki kutularımızın içinde evimize yerleşmeye çalışırken, kendimiz 15 Temmuzda televizyonun karşında olan biteni izlerken bulduk. Ne yapacağını bilmeden, hiç bir yere ait değilken, onların sana ait olan parçalarının acısını ne yapacağını bilemeden kaldığın bir an. Olaylar neydiyse benim önüme bakmam ve hayatıma devam etmem gerektiği gibi bir gerçekte açık ve net ordaydı. Şöyle düşünün, uzun bir ilişkiden sonra yollar çok faklı olduğu için bitirdiğiniz bir arkadaşlığı düşünün; bittiğini ve son olduğunu çok iyi bilmenize rağmen, hala ara ara hüzünlenip, ona kötü bir şey olmasını istemediğiniz biri gibi.
Sonuç olarak, işte buradaydım, köpeğimle özgürce parklarda kafelerde gezdiğim, şortumu giydiğimde ne olacak diye endişelenmediğim, özgürce Avrupa’ya seyahat edebildiğim bir yerde yaşıyordum. Hayat aynen planlandığı gibi gidiyordu. Her ne kadar halen yolun tersinden araba kullansalar da, buraya olan sevgim özellikle de bulduğum huzurdan dolayı artıyordu. Pazarlardan, var olan her bir parka, Portobello ve Camden’da vintage storlarda mücevher parçalar aramaya, her bir çiçek festivalinden, at yarışına, Tate’den, Victoria & Albert müzesine, her şeyi ve arkadaşlarımı seviyordum. Her şey mükemmeldi. Hatta huysuz kardeşim bile mutluydu, güvenli bir yerde yaşadığımız için, annem ve ben. Bir karın olmadığınız sürece bu son cümlemi çok da anlamanızı beklemiyorum, ama anlamanızı çok istiyorum.
Amaaaaaaaa… Evet, tabi ki de orda burada “ama” var, ‘ama’ her zaman var. Hadi biraz gerçekçi olalım günün sonunda hiç bir hikâye mutlu sonla bitmez ve her hikâyede kötü adam mutlaka bulunur. Ne yazık ki hikâyenin dışındayken, o kötü adam veya adamları fark etmeniz çok da mümkün olmuyor, hikâyenin parçası olmanız gerekiyor. Sorun surda başladı; ben zaten kötü adamların olduğu bir hikâyenin parçasıydım ve tam olarak o hikâyeden daha az kötü olan kötü adamların olduğunu varsaydığım başka bir hikâye için terk ettim, hem de bir adaya gitmeyi dahi kabul ederek yaptım bunu. Ara sonuç olarak; asla asla demeyin ve illüzyonlara aldanmayın.
Gerçekten güzeldi. Gerçekten güzel bir hikâyeydi. Son derece huzurlu bir 6 seneydi. Ülkeme karşı olan kalp kırıklığım, İstanbul’a olan aşkımın zedelenişi, gerçekten çok yorgundum ve hiç bir pişmanlığım yoktu. Hala da yok. İstanbul öyle bir şehirdir ki, güzel, asil, maceracı, baştan çıkarıcı, her bir kösesinde ayrı bir mücevherin saklı olduğu, sürprizlerle dolu bir kadındır İstanbul ve onlar o kadından çaldıkça benim de ruhumun bir parçasından çalıyordu. İşte tamda bu sebepten İstanbul’u kaybettiğimde, Toronto’dan kalanların yerini tutabilecek Londra’ya sarıldım. O kadar ki burası da evim olabilirdi kim bilir…
İngiltere, Avrupa’dan ayrılana kadar, sanırım burada yaşayanların hiçbiri de bunun gerçekten olacağına inanmıyordu ve olsa dahi hatta bu kadar etkilenme ihtimalini kimse düşünmüyordu. Hele ki bu geçiş süreci tam da covidin ortasında olduğundan ötürü biz covidden çıkınca sadece hayatta değil bir de yeniden bir adaya dönüşün şokunu yaşadık. Hiç bir kaçışı olmayan adaya geri döndük. Bir anda benim açımdan her yer gri, insanlar gri, Avrupalıların yarısından fazlasının terk ettiği, işlerin beklenmedik şekilde kontrolden çıktığı bir hal aldı. Bütün bunlara rağmen dışarıya karşı hala çok muhteşemiz, ayrı konu ama bütün bu olanlar insanları epey zor bir noktaya getirdi.
İnsanlar burada da mutsuz. Londra sadece hayatta kalabilmek için çok çalışmanız gereken bir yer. Bana göre gerçekten eğlenmeyi bilmedikleri bir yer. Üstüne gerçekten Kraliyetin bu kadar önemli olduğunu uzun bir süre anlamadığım, anladığımdan beri de şoku atlatamadığım bir yer. Beni yanlış anlamayan, hikâyemi bilenler rahmetli Kraliçe Elizabeth ile tanışma şansını yakaladığımı ve büyük hayranı olduğumu bilirler. Sonunda bir tarih vardı orda. Ama gerçekten ölümünün ertesi günü bir tarih masalından çıkmış gibi “ Kralım sen çok yaşa” cümlesini duyunca, kendimi sevgili Barış Manço’nun “Domates, biber, patlıcan” şarkısının ortasında bulduğumu söyleyebiliriz. Yani sonunda, o ya da bu şekilde laik bir ülkede doğup büyümüş olan ben, kendini kral sananlar ve gercek kraliyet arasinda kaldım… Gerçekler yüzüme daha yavaş ama ani çarpabilir miydi acaba? Eğer çok zenginseniz bu ülke tam sizlik bunu da ekleyeyim de haksızlık olmasın şimdi. Başka bir ülkeye yerleşmek isteyenlere söylüyorum, burası gerçekten soğuk, her şey çok pahalı, o dışardan muhteşem görünen evlerin içleri dökülüyor. Kısaca bir yanılsama, belki de sadece benim kafamda yarattığım bir illüzyon. Öyle ya da böyle her türlü bir illüzyon işte, artı burada yazın hala gelmediğini eklemek isterim. Dolayısıyla huysuz olabilirim. Hala kışlık puf montlarla geziyoruz. Gerçekten kavrıyor musunuz bilmiyorum ama burası okyanusun üstünde, büyük bir ada ve bu ne demek Türkiye’deki herhangi bir adada olan fırtına ile 100 çarpın, hissedileni hayal edin.
Anladım şu an hepiniz benim ne kadar çok şikâyet edip, mutsuz olduğumu düşünüyorsunuz, artı belki de bu kadar mutsuz olacaksan neden oraya gittin diyorsunuz, deyin tabii… Her şey den önce bir şey söylemek istiyorum; eğer bir yere kök salamadıysanız, hiç bir yer eviniz olamaz. İstanbul’da standartlardan farklı ve dolayısı ile hep biraz dışlanmış hissederken, Toronto da 5 yıl içinde süper derece ortama ayak uydurup, kendini bulup, yeniden İstanbul’a dönüp uyum sağlamaya çalışırken kendine yer bulamamanın ne demek olduğunu anlamanız lazım. Ya ben asla ülkeme ait olamadım, ya da beni hiç istemedi, bilemiyorum ama bir şeyler olmadı. Ben hiç bir yere ait değilim, bir evim yok ve dolayısı ile kalp kırarım diye gerçeklerimi söylemekle ilgili bir çekincem de yok. Benim kaybedecek bir evim yok.
Farkındayım, bu belki de bugüne kadar olan yazılarımın arasındaki en depresif yazı, bilmenizi isterim ki buraya taşınmakla ilgili her hangi bir pişmanlığım olmasa da, anlamanız gerekiyor ki hiçbir şey dışardan göründüğü gibi değil, örneğin instagramınızdan, kafanızın içinde yarattığınıza kadar hepsi bir yanılsama. Yaşadığınız yeri yaşanabilir hale kılacak kişi sizsiniz, bir şekilde bardağın dolu tarafını görmekle veya onu yaratmakla yükümlüsünüz. Mesela benim bardağımın dolu tarafı enternasyonal bir marka olmayı basarmış olmamız. Yarın neler olacağını bilemem, İngiltere’de kalıp kalmayacağımı da; bildiğim tek şey ben 6 senedir burada çok mutluyum. Ve bu sürede hayatımdaki her güneşli güne, parktaki her pikniğe, içtiğim şarap ve günlere, köpeğimle yapabildiğim her yürüyüşe, gördüğüm her şova, hayatımı güzelleştirdikleri için minnettarım.
Ama bir taraftaki insanlar fakirleşirken, diğerlerinin zenginleştiği, bir taraf insanın evlerini ısıtamazken, diğerlerinin içine doğduğu aileden ötürü aldığı bir ünvan yüzbinlerce pound harcayarak kutladığı, bazıları çocuklarını besleyebilmek için öğün atlarken, bazılarının devletin kasalarını kendi kasalarıymış gibi kullanışına onay veren bir ortamda benim pek de mutlu olmama imkân yok. Hayatların bu şekilde olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Sosyalist değilim, politikacı da ama eğer kendimle ilgili tek bir şey öğrendiysem benim başkalarının hakları için savaşacak gücümün kalmadığı. Bütün bunları nereye bağlayacağım; her ne kadar bir daha asla dönemeyecek olsam da (Allah kahretsin gene asla dedim) bir saniye şu son cümleyi düzeltiyorum. Her ne kadar bir daha dönmek gibi bir planım olmasa da, bütün kalbimle bundan sonra her şeyin çok güzel olacağına inanıyorum, baharın yeniden geleceğine… İngiltere’nin biraz daha zamanı var ama gelen baharın bütün dünyaya yayılacağını ve baharın habercisi olduğuna inanıyorum. Çünkü herkes bundan daha iyisini hak ediyor.
Ek olarak adalardan hala nefret ediyorum.
Ve böylece bugün ki yazının sonuna geldik. Hepinizi çok seviyorum, özellikle bana iki haftada bir yazmam gereken yazıyı sabırla hatırlattığı için, sizi çok seviyorum (ayrıca takdir ediyorum) gelecek yazımda size bunların sebebini anlatacağım, anlatacağım ki ondan sonraki yazıların nerden geldiğini de daha iyi anlayın. Belki de başkalarının anlayamadığınız duygularını veya kendi duygularınızı çok da anlayamadığınız bir şeyler bulursunuz, kim bilir.
Umuyorum bahar da görüşüyoruz.
Son not: Şu aralar gündemin gerisinde kalmaması için ayrıcalıklı bir çaba sarf etmemiz gereken depremzedelerimizi lütfen kalplerinizden, dualarınızdan eksik etmeyin, paylaşacak kuruşunuz olduğunda paylaşmayı unutmayın.
Teşekkürler,
Sevgiyle kalın…
Merve Bayındır
Instagram: mervebayindirofficial