
İstanbul’un Gece Hayatının “Altın Çağı”: 90’lar!
Dünyanın son yıllarda yaşadığı hızlı dönüşüm, bizim kuşağın—X kuşağının—ne kadar özel bir dönemin içinden geçtiğini daha görünür kıldı. Aslında 90’lardan 2000’lere, her şeyin ters gitmeye başlamadan önceki son 10 yıl diyebiliriz.
Şu sıralar bizim jenerasyon la ne zaman iletişime geçsek ya da bir araya gelsek, sohbet hep aynı yerden açılır:
“Ya… Biz o dönem ne yaşadık?
Kimlerle neler yaşadık? Hatırlıyor musun o geceleri?
Ya sabahın ilk ışıklarında kulüplerden çıkıp otobüs durağında işe gidenlerin bize uzaylı gibi baktığı sabahları?”
Kızların rimelleri akmış, saç baş dağılmış, kıyafetler gecenin hızıyla lekelenmiş olurdu. Akşamdan kalmanın ağırlığıyla, ama dünyanın en güzel yorgunluğuyla, kafamız öne eğik eve yürürdük.
Kim bilebilirdi ki bir gün tüm bunların bir dönemin tarihine dönüşeceğini?
Ya da bizim şehir efsanelerinin kahramanları olarak anılacağımızı?
Art Modern Miami’nin hassas ruhları!
Size bundan 30–35 yıl önce Türkiye’de yaşanan özgür, sıradışı, kıskanılası; bizim jenerasyonun “Altın Çağ” olarak adlandırdığı İstanbul gece hayatını anlatabilirim.
Hem anlatabilirim hem ispat edebilirim.
Çünkü yaşadım.
Gördüm.

Ve benimle birlikte buna tanıklık edenlerin büyük bir hafızası var.
O garip, iç gıcıklayan telaş daha hava kararmadan başlardı. Güneş ufka doğru inerken 90’ların İstanbul’u gecenin nefesini çok erken hissederdi; sanki yaklaşan karanlık şehre kendini önceden fısıldamak isterdi. O anlarda eskiyle yeninin, Doğu’yla Batı’nın, yasaklarla özgürlüğün baş döndürücü cesareti birbirine sürtünür; görünmez bir kıvılcım dolaşırdı sokak aralarında.
Küreselleşme İstanbul’un vitrinini parlatsa da arka sokaklarda hâlâ o yerel nefes, o mahallelerin kendine has samimiyeti hissedilirdi. İstanbul büyük bir mozaikti; parçası ne kadar farklıysa bütün o kadar büyüleyiciydi. Ve bu mozaiğin içinde gece gelince her şey—gerçekten her şey—bir anlığına mümkün oluyordu.
Biz ise tam o ihtimallerin en parlak olduğu yerdeydik:
Gecelerin merkezinde, şehrin görünmez nabzını avuçlarımızda tutan genç, tutkulu ve özgür ruhlar olarak.

Diskotekten kulüp kültürüne geçiş: Yeni bir çağın kapıları
O dönem gece kültürü tam anlamıyla yeniden doğuyordu. Elektronik müzik, house ve dans ritimleri insanlarla yeni tanışıyordu.
Barlar, restoranların bir köşesinde masa sırası beklediğin yerler olmaktan çıkıp gerçek bir “mekân kimliği” kazanmaya başlamıştı. Adeta bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi.
Diskotekler, müzikhol, gazino, pavyon… Eski çağın kalıntıları gibiydi artık; yeni neslin enerjisine yetmiyordu.

90’larda bir mekâna girince zaman kavramı tamamen silinirdi. Sabaha kadar kimsenin kimseyi yadırgamadığı, sınırların eridiği bir dünya kurulurdu.
Günümüzdeki gibi herkesin kulüp kültürü yoktu ve bugünkü gibi yoğun bir gece trafiği yaşanmazdı. Kapı kültürü yalnızca bir güvenlik meselesi değil; estetik ve özgürlük anlayışının bir filtresiydi.
Sosyete ile halkın, modellerle öğrencilerin, DJ’lerle bankerlerin aynı pistte terlediği, sınıf farkının eridiği benzersiz bir dönemdi. Gündüz iş adamı olan biri, gece pistin ortasında bambaşka bir karaktere bürünürdü.
Dress code bir zorunluluk değil; bir duruştu.
Her mekânın kendine has bir görünüm beklentisi vardı.
Ama Ceylan Çaplının 14–19–20 üçlüsünde durum tamamen farklıydı:
Takım elbise yasak.
Kravat yasak.
Kumaş pantolon yasak.
Beyaz yakalıların pabucu dama atılmıştı.
Bu radikal duruş, İstanbul gece hayatında devrim niteliğindeydi. Kapılar önünde metrelerce kuyruk oluşur, basın içeri alınmazdı. Magazin flaşları o kapılarda işe yaramazdı. Oysa diğer mekânlar basının onlar için görünürlük yaratmasından memnundu.
Şehrin en büyük hikâyesiydi bu; kulaktan kulağa yayılan bir efsane.

Biz o yıllarda hem genç hem de seçilmiş gibiydik
Bizim şansımız hem genç olmaktı hem de şansımızı kendimizin yaratmasıydı.
Yakışıklı, güzel, stil sahibi, iyi eğitimliydik; sosyal çevremiz de öyleydi.
Ben o yıllarda Güzel Sanatlar öğrencisiydim. Gecelerimiz bir performans kadar sahici, bir kaçış kadar tutkuluydu.
Gündüz akademideydik: Atölyede koşuşturur, proje hazırlar, hafta içi ders yetiştirirdik. Hafta sonu ise bir anda kendimizi sabaha kadar dans ederken bulurduk.
Dans pistinde yanımdaki kişi bir gün podyumda yürüyen bir model, ertesi gün sahnede performans sergileyen bir sanatçı olabiliyordu.
Sanat, müzik, gece ve moda görünmez bağlarla birbirine bağlıydı.
O yıllarda kimse “geceye çıkmıyordu”; herkes kendi sahnesine çıkıyordu.
90’ların moda patlaması
90’lar, modanın yükseliş yıllarıydı.
Süper modeller çağının doğuşu: Cindy, Naomi, Linda, Christy…
Jean Paul Gaultier, Thierry Mugler, Rıfat Özbek, Marc Jacobs, Vivienne Westwood…
Podyumda gördüklerimiz gecelere hazırlanırken bize ilham kaynağı olurdu.
Kendi bedenimizde bu görsel dili yeniden yaratırdık.
Korseler, fileler, jean’ler, deri ceketler, metal aksesuarlar, vatkalar, avangard detaylar…
Listemizde biraz Madonna’nın Vogue’u, biraz George Michael, biraz Michael Jackson, biraz R.E.M vardı.
Türkçe pop kendi imparatorluğunu kuruyordu:
Sezen, Tarkan, Kenan, Ajda…
Her parça bir kimlik bildirgesiydi.
Bir şehri yeniden kuruyorduk:
Müzikte kıyafette dansta.

Rotalar, ritüeller, kapılar… Her şeyin bir dili vardı
Hafta sonu planları, geçen haftanın bittiği anda başlardı.
Cuma ve cumartesi rotaları iki ayrı evrendi.
Taksim–Beyoğlu başka bir ruha sahipti; gecenin sonunda çorbacı, büfe veya bir arkadaş evi olurdu final noktası.
Ortaköy–Kuruçeşme–Bebek hattı ise daha şık, daha boğaz havası taşıyan, daha lüks bir akıştı. Son durak çoğu zaman Şayan Çorbacısı olurdu.
İstanbul’un Altın Çağı’nın mekânları: Her biri bir karakter, her biri bir hikâye
– 14–19–20 / 2019 (Ceylan Çaplı): Şehrin tüm kurallarını yeniden yazan kulüpler
– Yeşil Kabare (Ali Poyrazoğlu): Seyfi Dursunoğlu, Uğur Yücel, Demet Akbağ… Kabare ruhunun ilk adımları
– Roxy: Alternatif gençliğin mabedi
– Switch: Karanlık sokakta bohem bir nefes
– Kemancı: Rock damarının kalbi
– Hayal Kahvesi: Bir kuşağın duygusal belleği
– Çiçek Bar: Yazar, oyuncu, gazeteci, solcu tayfasının kesişim alanı
– Taksim Night Park: Nigel Coates tasarımıyla karizmatik bir kulüp
– Pacha: Boğaz hattında şıklığın zirvesi
Kuruçeşme She Bar, Garaj Gece Kulübü, Cartoon Bar, Oba Bar, Memo’s, Zihni Bar, Andon, Papyon…
Hepsi bu kültürün damarlarına kan pompalayan ayrı birer kalpti.
Tüm bu mekânlar tek bir şeye hizmet ediyordu:
Deneyim arayışına.
Aslında hepimiz küçük bir Studio 54 evreni yaratmıştık

Kapı kültürü bir seçicilikten fazlasıydı;
Bir sanatsal süzgeçti.
Paradan önce karizma statüden önce duruş vardı.
Biraz Andy Warhol, biraz Grace Jones, biraz Bianca Jagger…
Biz, kendi küçük evreninde yıldız olmayı bilen ama bunu stil sahibi bir şekilde yapan bir kuşaktık.
Ve İstanbul, bu yıldızların parladığı büyük bir sahneydi.
Bu sadece başlangıçtı…
90’lardan 2000’lere İstanbul’un gece hayatı bir dönüşüm hikâyesiydi.
Ama bu hikâyenin en çarpıcı bölümü henüz başlamadı.
Çünkü o yılların kalbini asıl hızlandıran, tüm Avrupa’nın konuştuğu,
Kulesindeki yabancı dansçılarla, araba mezarlığı konseptiyle hafızalara kazınan bir mekân vardı:
Maslak 2019.
Ve 2019’un doğuşunu, sahnesini, gecelerini, yaşananları…
Bir sonraki bölümde, ışıklar tamamen yandığında anlatacağım.
Sanatçı/Tasarımcı Kamil Çakır


