
Havalar ısınıyor, bahar yüzünü gösterdi. Manolyalar tomurcuklandı bile buralarda. Renk cümbüşü yakındır. Doğa nasıl da güzel dengelemiş değil mi dostlar? Birbiri peşi sıra dizilen her mevsimin ayrı bir rengi ve dolayısıyla da ayrı bir duygusu var ve ben hepsine ayrı ayrı bayılıyorum. Aklımdan geçen şu cümleyi de sarf etmeden edemeyeceğim. Veee! Biz insanoğlu son sürat bu dengeyi bozmaya devam ediyoruz. Neyse, oturup saatlerce mevsimlerin döngüsünden bahsetmeyeceğim tabii ki. Bugün size bir sır vermeye geldim.
Yine kanımın kaynadığı, gezmeden duramadığım zamanların birinde yolumu ne yapıp edip uzun zamandır aklımda olan Charleston, South Carolina’ya düşürdüm. Düşürdüm düşürmesine de keşke düşürmez olaydım. Ne bileyim başıma bunların geleceğini. Okumuştum bir şeyler kendisi hakkında ama bir yeri gidip görmek, havasını solumak da okumak gibi olmuyor ki canım.
Hemen bir çırpıda söyleyivericem. Ben Boston’ı aldattım. Hem de Charleston’la. Kardeş sayılmasalar da malum aynı ülkenin iki tarih kokan şehri… Öyle ayran gönüllü bir tip de değilim ama oldu işte. Nasıl oldu anlatayım da dinleyin…
Önce, bu Charleston kimdir, neyin nesidir?
South Carolina eyaletine bağlı olan Charleston, İngilizler tarafından 1670 yılında Kral II. Charles’ın onuruna “Charles Town” olarak kuruldu. Günümüzde zengin tarihi, büyüleyici arnavut kaldırımlı sokakları, mimarisi ve canlı mutfak kültürüyle ünlüdür ve tarihi kiliseleri nedeniyle de sıklıkla “Kutsal Şehir” olarak anılır. Ancak tarihteki ününün pek de hoş olduğunu söyleyemeyeceğim. Amerika kıtasına getirilen kölelerin neredeyse yarısı Charleston limanından giriş yapmaktaydı ve şehir, köleleştirilmiş insanların alım satımı için önemli bir merkez görevi görmekteydi. Bu nedenledir ki kolonileşme döneminde Amerika’nın dördüncü büyük şehriydi ve en zenginiydi! ABD’deki ilk kamu kolejine, müzeye ve tiyatroya ev sahipliği yapmaktadır. Ve Amerika’daki ilk golf kulübü de 1787’de Charleston’da kurulmuştur.

Amerika’ya ilk kez gelecek olanların genelde New York, Los Angeles, Las Vegas, San Francisco veya Chicago gibi şehirleri merak edip görmek istediklerine şahit oluyorum. Bunda izlediğimiz filmlerin payının büyük olduğunu düşünüyorum. Ben ise sanırım kölelikle, Amerikan iç savaşıyla ilgili çocukluğumda izlediğim diziler ve filmler sayesinde Amerika’nın güneyindeki şehirleri fazlaca merak etmekteydim. Ayrıca Amerika’nın en güzel şehirleri veya Amerika’da görülmesi gereken yerler tarzı listelere ne zaman göz atsam Charleston mutlaka listede oluyordu. Seyahatimi planlamak için araştırmaya başladığımda ise bazı gezi siteleri tarafından üst üste Amerika’nın en güzel şehri seçildiğini de görünce dedim ki “Tamamdır Sara, yolculuk başlasın!”
Tabii ki sıcakla arası pek de iyi olmayan birisi olarak Amerika’nın güneyinde bir yere gitmek için yaz aylarını seçmek yapılabilecek en büyük hata olurdu. Ben de hem kendime yine bir doğum günü hediyesi vermek hem de en sevdiğim mevsim sonbaharın tadına varabilmek için Kasım ayını seçtim.
Charleston’la ilk Karşılaşma
Hava henüz kararmamışken sağlı sollu dükkânların ve restoranların olduğu geniş bir caddeden (Meeting St.) şehre giriş yapıyoruz. Meraklı gözlerle etrafı seyrediyorum. Ortalık cıvıl cıvıl! Arabanın camını açmamla ılık bir rüzgâr saçlarımı savuruyor. Neredeyse otele yerleşmeden kendimi sokaklara atacağım heyecandan. Charleston’daki otelimiz Planters Inn’e bavullarımızı taşırken hafif bir yağmur da bize eşlik ediyor. Ama zaten akşam yemeği saatinde ve kurt gibi acıkmış olarak varacağımızı bildiğimiz için odada hızlıca hazırlanıp, ödüllü şarap listesi ve hindistan cevizli keki ile ünlü olan, otelin restoranı Peninsula Grill’de ayrılmış masamıza yerleşiyoruz. 1800’lerin ortalarında inşa edilmiş olan otel binası aslında lüks ürünler satan bir mağazaymış. Her zaman geçmiş yaşamlardan izler taşıyan ve hikâyesi olan yerler ilgimi çekiyor ve özellikle böyle mekânlarda vakit geçirmekten büyük keyif alıyorum. Charleston’la yarın tanışacak olmama rağmen şimdiden havaya girdiğimi söylemeliyim. Evet, bu iki gün farklı bir şeyler olacak, hissediyorum.

Peninsula Grill
Charleston Sokakları ve Ben
Bugün benim doğum günüm. Sabahtan akşama kadar ayaklarım nereye götürürse her deliğe girip çıkmak, fotoğraf ve videolar çekmek ve lezzetli yiyecekleri tadarak geçirmek istiyorum.
Kahvaltıyı geç yapmaya karar verdiğimiz için öğlene kadar sokaklarda dolaşacağız. Birçok sokağında ulusal tarihi yerler listesinde olan, bazısı müze haline getirilmiş ev var görmeyi istediğim. Daha dışarıya adım atar atmaz bu şehrin tipik Amerika şehirlerinden çok farklı olduğunu düşünüyorum. Daracık arnavut kaldırımlı sokaklardaki pastel renkli evler şehre masalsı bir hava katıyor. Bazılarının kapılarındaki palmiye figürü dikkatimi çekiyor. Sonradan bunun South Carolina’nın bayrağı olduğunu öğreniyorum. Çünkü palmiye ağacı (Sabal palmetto), Charleston şehrine ve çevresindeki kıyı bölgelerine özgüymüş ve South Carolina’nın eyalet ağacıymış. Çok şirin değil mi ama?
O da ne! pembe bir kilise mi görüyorum? Daha önce pastel pembe gotik tarzda bir kilise gördünüz mü?! 1800’lerde inşa edilen “French Huguenot Church”. Daha kilisenin güzelliğini sindirememişken hemen karşısında muhteşem başka bir bina dikkatimi çekiyor. 1809 yılında şehre gelen zengin plantasyon sahiplerinin konaklamaları için otel olarak inşa edilen bina şu anda “Dock Street Theatre” binası. 1736 yılında tiyatroya dönüştürülen yapı ABD’deki en eski tiyatrolardan birisidir ve çıkan yangınlarda ve depremlerde hasar görerek yüzyıllar boyunca birkaç kez yeniden inşa edilmiştir.

Sokağın köşesini döner dönmez önünde antika bir araba park etmiş acayip sevimli bir başka pembe evle burun buruna geliyorum. Tanrım çıldırıcam! Bir şehrin sokakları bu kadar mı sevimli olur. Burayı tanımlamak için kullanılacak sıfat “charming” olurdu herhalde. Cazibeli, neşeli ve büyüleyici! Her yer bir renk cümbüşü ve sokaklarında yürürken vaktin nasıl geçtiğini anlamak mümkün değil. Bir anda midelerimizin hatırlatmasıyla henüz kahvaltı yapmamış olduğumuzun farkına varıyoruz ve geç kahvaltısının iyi olduğunu duyduğumuz “Millers All Day”e yollanıyoruz. Rezervasyon almadığı ve oldukça popüler olduğu için bekleyen çok kişi vardı. Ancak eğer barda oturup yemek isterseniz sırayı atlatabiliyorsunuz. Biz de açlıktan bayılmamak için öyle yaptık.
Charleston, Kalbimi mi Çalıyorsun?
Karnımızı doyurduğumuz ve kahvelerimizi içtiğimize göre haydi sokaklara… Keşfedecek çok yer var. Charleston’da tarihte önemi olan kişiler veya olaylarla bağı olan ve “tarihi landmark” olarak belirlenmiş o kadar çok tarihi ev var ki. Eğer estetik, güzel evlere ve geçmişlerine meraklı iseniz bu evleri haritadan işaretleyerek harika bir rota oluşturabilirsiniz. Açıkçası ben başlangıçta oluşturduğum rotayı takip edip birbirinden güzel evleri seyredeyim derken ipin ucunu kaçırıyorum ve büyük bir keyifle Charleston’in sokaklarında kayboluyorum.
Biraz vakit geçirdikten sonra canlılığın hâkim olduğu sokakları, muhteşem evleri, şirin kafeleri, gazla aydınlatılan sokak lambaları ve palmiye ağaçları ile yaydığı enerji sayesinde kalbimden vurulmuşa dönüyorum. Durun bir dakika neler oluyor, ben bu duyguyu tanıyorum. Arnavut kaldırımlı sokaklarda bağıra çağıra şarkı söyleme ve çılgınca dans etme isteğiyle dolup taşıyorum. Şehrin enerjisi benimkine karışıyor. Akşam karanlığı çökmeye başlarken yanan gazlı sokak lambalarının alevi titreştikçe içimde bir şeyler alev alıyor. Hayır, hayır olamaz. Âşık oluyorum, olamam değil mi?

Hava iyice kararana kadar bu muhteşem duyguyla Charleston’da, Charleston ile vakit geçirmenin doyasıya keyfini çıkarıyorum. Çok mutluyum, ağzım kulaklarımda. Güneşin kaybolmasıyla birlikte ortaya çıkan rüzgâr kısa bir an için beni gerçekliğe döndürüyor. Ah! Boston, sevgilim…
Tüm karışık duyguları hızlıca savuşturmayı başarıyorum veeee bugün benim doğum günüüüüm!!! Madem güneydeyiz o zaman doğum günü yemeği için Güney Mutfağını tercih ediyoruz ve “Magnolias” isimli restorandayız. Güneye özgü kızarmış yeşil domatesler ve bir çeşit deniz ürünleri yahnisi olan “Bouillabaisse” favorilerimiz oluyor. Izgara ekmek ile servis edilen yahninin içinde yok yok! Karides, deniztarağı, istiridye, midye, mevsim balığı, andouille sosis, patates, mısır, bamya, dolmalık biber. Tadına bayılıyorum!
Charleston mı? Boston mu?
Çok öncelerden beri gospel müziği dinlemek istemişimdir. Charleston’a gelmeden önce yaptığım araştırmalarda buradaki bir restoranda Pazar sabahları gospel müziği eşliğinde geç kahvaltı olduğunu okuyunca tabii ki durur muyum? Hemen rezervasyon yaptım. İşte şimdi “Halls Chophouse” isimli restoranın önündeyiz. İçeriden gelen müzik sesleri sokağa yayılıyor. Çok heyecanlı, yaşasın! Gospel müziği, geleneksel bir Hristiyan müziği türü ve kökeni 17. yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. Aslında ilahiler ve kutsal şarkılar demek doğru olacak. Benim merak etme sebebim ise çocukken izlediğim filmlerdeki kilise sahneleri olsa gerek. Ayrıca Gospel müziği, rock and roll’un gelişimini derinden etkilemiş ve Elvis Presley gibi ünlü sanatçılar da beyaz dinleyicilerin gospel müziğiyle tanışmasını sağlamıştır.
Bu keyifli kahvaltıdan sonra Cooper Nehri kenarında yürüyüş yapmak var aklımızda. Rengârenk şirin evlerin arasında güzel vakit geçirmek için en meşhur yeri olan Rainbow Row’u takip ederek “Historic Charleston Foundation”na ulaşıyoruz. İşte şimdi nehir kenarında güzel bir yürüyüş bizi bekliyor. Veee havada aşk kokusu da var!

Cooper Nehri manzaralı şato gibi evleri görünce Amerika’da beni büyüleyen şeylerin başında evlerin geldiğini bir kez daha fark ediyorum. Hangi birisinin fotoğrafını çekeceğimi şaşırmış vaziyetteyim. Evler o kadar ihtişamlı ki sanki bir masalın içinde gibi hissediyorum. Birden sevgilim Boston dusuyor aklima. Bir anda kıyas yaparken buluyorum kendimi. Her iki şehrin insani cezbeden mimarisi, tarihi dokusu, içlerinden akıp giden nehir kenarında keyifli geçen dakikalar… Hayır! Ben Boston’dan vazgeçemem. Boston bir ömür boyu sığınacak sakin ve huzurlu limanım benim. Charleston ise insanın aklına düştüğü zamanlarda koşup gelebileceği, uzaklardaki zevk veren âşık misali…
Ah! ne diyordum, nehir kenarındaki evlerin arasında “Edmondston-Alston House” adlı bir müze de var. Bir sonraki gelişimde burası da dâhil müzeye dönüştürülmüş evlerin içlerini görmek hayaliyle oradan ayrılıyorum. Tam da şu anda biraz enerji almak zamanıdır. Haydi, Penninsula Grill’in meşhur hindistan cevizli kekini yemeye gidiyoruz o zamaaan… Çok ünlü bile olsa Amerika’da tatlı konusunda hemfikir olmam gerçekten zor. Çünkü Amerikalıların sevdiği ortalama tatlı seviyesi benimkinin 1000 katı filan. O nedenle tatlı konusuna çok temkinli yaklaşırım. Yine de bu kek için söyleyebileceğim iki kelime; leziz ötesi!
Günü, şehrin 1790’larda kurulan tarihi pazar yeri “Charleston City Market” te rengârenk tezgâhlar arasında dolaşarak tamamlıyoruz. Tam dört blok boyunca uzanan bu pazar yerinde yiyeceklerden mücevhere, yerli halk Gullahların şeker otu bitkisinden ördükleri sepetlerden tablolara kadar pek çok şey bulabilirsiniz.

Akşam yemeği için bir deniz ürünleri restoranını seçiyoruz bu kez. 1920’lerden kalma bu banka binası, yüksek tavanlı, geniş pencereli ve dikkat cekici barı ile lüks bir deniz ürünleri restoranına ev sahipliği yapıyor. “The Ordinary”. Harika bir ortamda, harika bir şarap listesiyle birlikte olağanüstü istiridye ve balık! Servisi de bir o kadar mükemmeldi. Sanırım daha fazlasını isteyemezdim. Simdi düşünüyorum da restoran ismiyle “Bu iş bizim işimiz, mükemmellik bizim için sıradan bir şey” demekteymiş aslında.
Charleston’a Veda, Boston’a Not
Sevgili Charleston,
Hem büyük bir şehir hem de küçük bir okyanus şehri enerjisi veren, neşeli ruh haline sahip oluşunla, en çok da güzel evlerin ve saatlerce yürüsem sıkılmayacağım sokakların ile seni çok sevdim. Çarpıcı mimari harikaların arasında dolaşırken ve bir gurme mekanından diğerine leziz yemeklerini tadarken sana aşık olmamak mümkün değil. Kısacık da olsa seninle geçirdiğimiz anları unutmayacağım.
Boston, sevgilim,
Affet beni. Küçük bir kaçamak olarak anılarımıza kaydedip bu sıradan olayı unutalım diyorum, ne dersin? Sen benim ilk göz ağrımsın. Senden asla vazgeçemem. Seni seviyorum ama Charleston ile seni aldattığımı itiraf etmeden de yaşayamam.
Ve siz sevgili dostlarım,
Bu kadar anlatıdan sonra ben susuyorum, fotoğraflarım konuşsun diyerek sizlere de veda etmek istiyorum. Bir sonraki maceramda buluşmak üzere, kalın sağlıcakla. Hayatınızdan keyifli dakikalar eksik olmasın.

Dilerseniz syakinoglu@gmail.com adresimden veya @saraonroad Instagram hesabımdan bana ulaşabilir, Charleston, SC ile ilgili merak ettiklerinizi yazabilirsiniz.
Sevgiler…
Sara Bozdemir
Instagram: @saraonroad