
Ege’de Sarı Yaz başladı. Eylül–Ekim ayları Ege’de “Sarı Yaz” olarak anılır. Deniz hâlâ sıcaktır ama artık dalgalar daha yavaş.
Sabahları sahilde yürürken karşına yalnızca üç-beş insan çıkıyor. O eski kalabalık, kahkahalar, plaj çığlıkları, çocuk sesleri, şezlong telaşları artık yok.
Bir tek rüzgâr var, bir tek martılar.
Ortama hafif iyotla karışık yosun kokusu hâkim. Gökyüzü ise daha pastel tonlarda…
Güneş bile farklı parlıyor; acele etmiyor, sanki zamanı ağır çekime almış gibi.
Yaz boyunca kurduğumuz o rakı-balık sofraları gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor.
Fütursuzca atılan kahkahalar, ay ışığında danslar, doyumsuz dost sohbetleri, gece yarısı kumsala serilen biz… Tepemizde yıldızlar.
Bazen bir gecede tanıdık olduk, bazen eski arkadaşlarla yeniden buluştuk.
Hepsi ne kadar gerçekti, hepsi ne kadar hızlı geçti.
Oysa yaşanacak daha çok şey vardı, diye düşündüm istemeden.
Tembellik yapıp “Sonra gideriz, sonra yaparız, önümüzdeki hafta, başka bir hafta sonu” dediğimiz o anların hepsi için pişmanım şimdi.
Ama biliyorum: geri dönüş yok.
Ve aslında geçmiş de yok; her şey yalnızca o anda yaşandı.
Gelecek için ise plan yapmayacak kadar bilinçliyim artık. Çünkü biliyorum ki gelecek bir yanılsama.
“Bakarız” diyerek yolumuza devam etmek en doğrusu. Ve tabii ki şimdiye dönmek…
Kasaba sessiz. Yazlıklar kapanmış, kafeler, plajlar, pazarlar boşalmış. Çoğu insan şehre dönmüş. Bir taraftan okullar da açıldı.
Geriye sadece birkaç dost, birkaç tanıdık ve ben kaldım.
Ve şimdi kendimle sohbet ediyorum.
Bu sessizlikte hep aynı soru dolanıyor kafamda:
Güzel olan her şey neden bu kadar çabuk geçiyor? Ve biz bu güzellikleri gerçekten hakkını vererek yaşayabiliyor muyuz?
Telefonlarımız bu yaz hiç susmadı. Bildirimler, mesajlar, hikâyeler, planlar…
Bolca deniz, güneş, tekne gezileri…
Herkes her yerdeydi ama bir türlü yanımızda değildi. Teknoloji adeta bizi esir almış gibiydi. Telefonlarımız bir organımız gibi yanımızdaydı.
Bir sofrada on kişi oturuyorduk ama herkes başka bir âlemdeydi.
Hep beraberdik ama aynı anda çok uzaktaydık.
Bir anı paylaşırken aslında anın kendisinden uzaklaştık.
Bu anlattıklarım sana da tanıdık geliyor mu?
Çocukluğumda ve gençliğimde yazlar başkaydı be!
Zaman geçmez, günler uzar, sıkıntıdan patlayacak gibi olurduk.
Bakışlar daha uzun sürerdi… Adeta bir Yeşilçam filmindeydik.
Bir kahve sohbeti saatlerce sürer, kimse fotoğraf çekmek için sofrayı durdurmazdı.
Şimdi anıları yaşamak yerine kaydediyoruz.
Hayatın ince detaylarını kaçırıyoruz; doya doya hissedemeden, doya doya tadamadan…
Ve sonra kendi kendimize soruyoruz:
“Niye bu kadar yalnızım?”
Eylül ayı, yani Sarı Yaz, belki de tam bunun için var.
Bize yavaşlamayı hatırlatmak için…
Anı yakaladığımızda elimizde ne varsa bırakıp gerçekten bakabilmek, gerçekten dinleyebilmek, gerçekten hissedebilmek, gerçekten sarılabilmek için…
Kaybettiklerimizi hatırlamak, elimizde kalanlarla yolumuza nasıl devam edeceğimizi düşünmek için…
Belki de Sarı Yaz’ın bu sessizliği bir davet:
Kendi kendimize “Ben ne istiyorum?” diye sormak için bir davet.
Hayatın hızına kapılmadan kendi ritmimizi bulmanın zamanı…
Sarı Yaz belki de bir son değil; yeni bir başlangıcın en yumuşak, en dürüst habercisi.
Ve belki de en güzel hikâyeler hâlâ yazılmadı.
Kamil Çakır
Sanatçı – Tasarımcı