
Bazen hayat öyle bir noktaya gelir ki insan tamamen kaybolmuş hisseder. Ne yapacağını bilemez, canı yanar, içi karmakarışık olur. Sekiz yıllık bir ilişkiden sonra sevgilisinin onu aldattığını öğrenen bir kadını düşünün. Dünyası başına yıkılmış gibi hissediyor. Gözyaşları, kafa karışıklığı ve her şeye sıfırdan başlamak düşüncesi içinde boğuluyor. Ne yazık ki böyle hikâyeler çok da nadir değil. Ama bugünlerde bu tür yaşantıların nasıl paylaşıldığı kesinlikle değişti. Artık bu kadın sadece yaşadıklarını yaşamakla kalmıyor. Aynı zamanda bu süreci sosyal medyada da paylaşıyor. Arka planda müzikli kısa videolar, duygusal yazılar, uzun açıklamalar. Hepsi bu yeni hayata geçiş sürecinin görünür bir parçası haline geliyor.
Bu da bizi düşündürüyor: İnsan özel anılarını paylaşınca gerçekten güç mü buluyor? Acıyı anlamlandırmak mı kolaylaşıyor? Belki de paylaştıkça gerçekten nasıl hissettiğimizi bile fark edemiyoruz. İyileşmemize yardım mı ediyor yoksa odağı içimizden alıp dışa mı kaydırıyor? Bazıları buna „Main Character Energy“ diyor, yani hayatının başrolüne kendini cesurca koymak. Ama hikâyeyi başkalarının göreceği şekilde şekillendirmeye başladığımızda o çizgi biraz
bulanıklaşıyor. Nerede gerçekten kendimizi ifade ediyoruz, nerede başkalarının beklentilerine göre davranıyoruz? Bazen farkında bile olmadan sadece daha güzel görünmesi ya da daha çok onay almak için hikâyemizi değiştirebiliyoruz.
Sex and the City’deki Carrie Bradshaw’ı düşün. Ya da günümüzden bir örnek: Emily in Paris. Bu karakterler tam anlamıyla başrol enerjisi taşıyor. Kendi hikâyelerinin kahramanı olmanın ne demek olduğunu gösteriyorlar, ki bu kötü bir şey değil. Ama gerçek insanlar kurgusal karakterlerin hayatlarını birebir taklit etmeye çalıştığında işler
karışabiliyor. Kafa karışıklığı, karşılaştırmalar, içsel çatışmalar kaçınılmaz oluyor.
Ayrıca şunu da eklemek lazım: Main Character Syndrome (MCS) aslında tıbbi bir tanı/ sendrom değildir. Bu daha çok sosyal medyada kullanıcılar tarafından son bir kaç yılda ortaya atılmış popüler bir terim. Ve şu an bu konuyu derinlemesine inceleyen akademik kaynaklar da oldukça az. İnsanlar çoğu zaman yaşadıklarını bir hikâyeye dönüştürerek anlamlandırır. Bu “Ben kimim? Neler atlattım? Nereye gidiyorum?” gibi sorulara cevap bulmamıza yardımcı olur. Sosyal medya da bu sürece yepyeni bir katman ekledi. Artık hikâyemizi sadece kendimize değil, bir izleyici kitlesine de anlatıyoruz.
Ve bu izleyiciden gelen beğeniler, yorumlar, destekler tüm bunlar hikâyeyi daha da güçlü hissettiriyor. Hatta bazen her şey ne kadar editlenmiş olursa olsun. Belki de bu yüzden bazı insanlar yaşadığı acıyı bir dönüşüm hikâyesine çevirdiğinde daha çok kontrolü hissediyor. Çünkü bu yapı, bu anlam, bu “hikâye formatı” rahatlatıcı geliyor.
Ama aynı zamanda kişisel iyileşme süreci fark etmeden bir gösteriye dönüşebiliyor. Ve acı, herkesin tükettiği bir içeriğe dönüşüyor. Hayatının başrolü olmak kötü bir şey değil. Hatta zor zamanlarda anlam, güç ve yön bulmanın bir yöntemi de olabilir. Ama görünür olmak, iyileşmekten daha önemli hale geldiğinde sorun olabilir. Hikâyemizi daha çok ilgi çekmesi için değil, bize gerçekten iyi geldiği için anlattığımızdan emin olmamız gerekiyor. Belki de esas mesele hikâye anlatmayı bırakmak değil, onu hâlâ kendimiz için yaşadığımızdan emin olmak.
İletişim Bilgileri:
Selina Demir
selinademir.aut@gmail.com
Instagram: selina.demr