
Merhaba Sevgili Dostlar!
Görüşmeyeli nasılsınız? Keyifler yerindedir umarım. Yeni bir yıl başladı ve neredeyse ilk ayını yuttuk bile. Her yeni güne gözlerimi açtığımda kocaman bir gülümseme ile günü karşılayıp, her gece yatağıma yattığımda ise şükran duygusu ve yine aynı kocaman gülümseme ile gözlerimi kapatıyorum. Gözlerimi kapattığımda bazen seyahat ettiğim yerlerde geçirdiğim anlar gözümün önüne geliyor, bazense kendimi bir sonraki seyahati planlarken buluyorum. Her ikisi de büyük mutlulukla dolduruyor içimi. Size bu ayki buluşmamızda bir kış masalı anlatmak istiyorum. Hazır mısınız dinlemeye? Masalın geçtiği yer: Quebec City, Kanada
Bir varmış, bir yokmuş. Kanada’nın çoğunlukla Fransızca konuşulan Québec eyaletinde Saint Lawrence Nehri kıyısında yer alan Québec City adında bir şehir varmış. Bu şehir, 1608 yılında Fransız kâşif Samuel de Champlain tarafından St. Lawrence Nehri’ne bakan bir tepede kurulmuş. Haydi, ama girebildiyseniz masalın içerisine alın kahvenizi çayınızı elinize, şehrin Arnavut kaldırımlı sokaklarında birlikte kaybolalım!
Boston’dan yaklaşık 6 saatlik, kar yağısının da eşlik ettiği bir araba yolculuğu ile Quebec City’ye hava kararmadan varıyorum. Daha otele yerleşmeden ilk durağım Monna ailesinden beşinci nesil kız kardeşler Catherine ve Anne’in sahibi olduğu Cassis Monna & Filles isimli likör dükkânı. Ailenin 1872’de Fransa’da kaliteli şarap üretimiyle başlayan hikâyesi 1970’lerin başında şu an bulunduğu bölgeye yerleşmesiyle devam ediyor. Güney Fransa’nın yerlisi ve dördüncü nesil içki üreticisi Bernard Monna, burada Québec ‘te siyah Frenk üzümü şarapları ve Crème de Cassis üreten ilk kişidir. Siyah Frenk üzümü tam bir C vitamini deposu, güçlü bir antioksidan ve iltihap giderici. Likörlerinden ve reçelinden almadan buradan ayrılmıyorum tabii ki.
Bu şehri ziyaret etmek için özellikle kış mevsimini hatta Noel zamanını seçtim. Çünkü böyle bir şehre en çok kışın yakışacağını düşündüm nedense. Bakalım gerçekten öyle olacak mı? Yaşasıııın! Kar yağmış ve şehir beni karla karşıladı. Malum iklim değişikliği etkilerini ciddi bir şekilde yaşıyoruz ve uzun kışlara sahip olan coğrafyalarda bile kar yağdığında epeyce sevinir hale geldik.
Quebec City; surları, dar ve dolambaçlı sokakları ve dört yüzyıla yayılan tarihi zenginliğiyle Kuzey Amerika’daki diğer şehirlerden farklı. Tarihi eski merkezi (Vieux-Québec), Meksika hariç Kuzey Amerika’da hâlen surları olan tek şehir ve 1985 yılından beri UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde. Tarihi şehir merkezi, Yukarı Şehir ve Aşağı Şehir olarak ikiye ayrılıyor ve ben aşağıda, nehrin yakınında konaklayacağım. Otelime yerleştim veee kurt gibi acıkmışım. Kaldığım otelin İtalyan restoranı Matto’da leziz mi leziz makarnalarımızı eşimle birlikte keyifle mideye indiriyoruz. Kısa bir şarap keyfi yaptıktan sonraaaa dogruuuu şehrin karlı sokaklarını keşfetmeye. Benim için keyfin zamanı yok. Özellikle gece insanlar ortalıktan çekildikten sonraki sessizlik; içinde bulunduğum ortamla bütünleşmeme, hayalimdeki kahramanları canlandırıp bana eşlik etmelerine yardımcı oluyor. Dar ve dolambaçlı, karla kaplı sokaklarda bizden başka kimsecikler yok. Hava oldukça soğuk olduğu için olabilir mi acaba? Sokaklar yaklaşan yeni yıl için inanılmaz güzel süslenmiş. Kara her bastığımda gecenin sessizliğini bozan ses, bana huzur veren seslerden. Tıpkı yağmur damlaları veya rüzgârın uğultusu gibi… Yine ayaklarım beni nereye götürürse daracık sokakların birinden girip diğerinden çıkıyorum. Aman Tanrım! O kadar güzel minik bir meydana düştüm ki anlatamam. Ortasında ışıl ışıl kocaman bir çam ağacı var veee kar yağmaya başladı. Çocukluğumda kendime saklamak için satın aldığım simli kartpostalların içindeyim şu anda. Meydanda sıralanan evler, çocukken çizdiğim bir kare, üstüne çatı diye kondurduğum bir üçgen ve karelere bölünmüş pencerelerden oluşan evlerin tıpkısının aynısı! Kapılarının üstlerinde yanan cılız sarı bir ışık var. Dönüp duruyorum kollarım açık, kendi etrafımda. Büyülenmiş gibi. Bir anda yüzüme bir şamar gibi vuran rüzgâr zihnimi devreye sokuyor. Artık otele gitme zamanı diyor zihnim. Keşfetmeye kaldığım yerden yarın devam etmek üzere sıcacık otele dönüyorum mecburen.

Keşif Başlasın!
Bugün hem sokaklar hem de görmek istediğim belirli yerler için sıkıca giyindim, hazırıııım… Ama önce sağlam bir Quebec kahvaltısı yapmam lazım ki -15 derecelerde enerjik şekilde sokaklarda dolaşabileyim. Haydi, o zaman doğruuu La Buche’e. Artık bir yere gitmeden epey önce rezervasyon yapmaya çok alıştım. Geri çevrilmek ve bekleyerek zaman kaybetmek istemediğim için, gezi planlarını yaparken eğer ısrarla yemek veya bir şeyler içmek istediğimiz yerler oluyorsa rezervasyonları yapılmış oluyor. Buz gibi havada yağan kar eşliğinde, duvar resimleriyle süslü eski şehrin dar sokaklarında Yukarı Şehirdeki La Buche’e gitmek üzere tırmanıyoruz. La Buche, geleneksel şeker kulübelerini yaşatan restoranlardan bir tanesi olduğu için geç kahvaltıyı burada yapmak istedik.
Peki, bu şeker kulübesi de neyin nesi acaba? Bu şehirden bahsederken sürekli masalların aklıma geliyor olması şehrin masalsılığından kaynaklanıyor olabilir mi? “Oduncunun Çocukları” masalındaki şekerden yapılmış kulübeyi hayal ettim birden. Oraya mı gidiyorum yoksa?

Şeker Kulübesi
Dünyadaki akçaağaç şurubunun %70’inden fazlasının Kanada’da üretildiğini ve en yüksek kalitedeki şurubun, Quebec ‘teki tek bir ormandan elde edildiğini biliyor muydunuz? Akçaağaç suyu tatlandırıcı olarak ilk kez, bahar aylarında akçaağaçlara delikler açarak bu suyu çeken yerli halklar tarafından kullanılmıştır. Ve dolayısıyla Quebec bölgesinde akçaağaç suyunu toplayarak akçaağaç şurubuna dönüştürmek çok eski zamanlardan beri süregelen bir aile geleneğidir. Şekerleme sezonu boyunca, insanlar ellerinde kovalarla akçaağaç suyunu toplamak için günlerce karda yürürlermiş. Geceleri ise aileler, kareli masa örtüsü serili uzun masaların etrafında doyurucu geleneksel lezzetlerden oluşan bir yemek için bir araya gelirmiş. Yemekler yenilirken ev, çatal, bıçak ve keman sesleriyle dolar, herkes içer, şarkı söyler ve dans edermiş. İşte akçaağaç ağacının özünün kaynatılıp akçaağaç şurubuna dönüştürüldüğü, ailelerin bir araya geldiği bu büyük rüstik, kütük evler şeker kulübelerinin ta kendisi.
Dışarıda buz gibi havada ise kar üzerinde hazırlanan akçaağaç şekerlemesinin tadını çıkarırlarmış. Kaynatılmış akçaağaç şurubu temiz kar üzerine çizgiler halinde dökülür. Soğudukça bir ahşap çubuğa sarılarak lolipop haline getirilir.

La Buche Restoran
Tarihte kısa bir yolculuktan sonra şeker kulübesi temalı restoran La Buche’e geri dönüyorum. Hayvan postları ve kar ayakkabıları ahşap tahta duvarları süslüyor, uzun ahşap kızaklar tavana sabitlenmiş. Eski Québec’te geleneksel şeker kulübesi kalmadığı için, La Buche de geleneksel bir şeker kulübesi değil. Orada halk şarkıcıları bulamazsınız ve kesinlikle dans etmek için yeterli alan da yok. Ancak soupe aux pois (bezelye çorbası), fèves au lard (fırında fasulye), omlet, akçaağaç şurubuna batırılmış jambon ve sosisler, tourtière (etli börek), salamura pancar, ev yapımı kırmızı veya yeşil meyve ketçabı, krep ve tabii ki bir sürahi akçaağaç şurubu gibi geleneksel şeker kulübesi yemekleri buradaki menünün omurgasını oluşturuyor. Ve biz menüye baktıkça giderek artan açlığımızı bir an önce gidermek üzere brunch için uygun olan tüm seçenekleri sipariş ediyoruz. Kallavi, geç kahvaltının ardından işte yine sokaklardayım.

“Maison de la Littérature” ve “Morrin Center”
Şirin, minik dükkânlara girip çıkıyorum. Tabii ki bir Yılbaşı Pazarı da kurulmuş. Hediyelik eşya satıcıları, sıcak şarap satanlar, minik atıştırmalıklar, akçaağaç şurupları arasında dolaşıyorum. Pazar yerinden ayrılır ayrılmaz Qubec City’de görmeyi istediğim yerlerden biri olan “Maison de la Littérature” binasına yürüyoruz. Gezip gördüğüm yerlerde kütüphaneler ve kitapçılar listemin olmazsa olmazları, biliyorsunuz değil mi? Burası 1848 yılında inşa edilmiş eski bir metodist kilisesi aslında. Ancak şu anda içerisinde kitapların yer aldığı, sergiler ve edebi etkinliklerin düzenlendiği bir halk kütüphanesi olarak hizmet vermekte. Burada her ne kadar kitaplar Fransızca olsa da epey zaman geçiriyorum. Çünkü içerisi acayip fotojenikti. Her yer bembeyaz. Bir sürü fotoğraf çekiyorum sessiz sedasız, kimseleri rahatsız etmeden. Bu binanın hemen yanında görmeyi çok arzuladığım diğer yer ise “Morrin Center”. Şehrin ilk hapishanesi olarak 200 yıldan uzun bir süre önce inşa edilen Morrin Center, İngilizce kültür ve sanat programlarına da ev sahipliği yapan bir kütüphane. Tüm kaynaklar İngilizce. Kapısına gidiyoruz ancak maalesef içeri giremiyoruz çünkü kapalı. Ama eski hapishane binasında tarihin sayfalarında kaybolup geçmişten yankılanan büyüleyici hikâyelere dalmayı hayal ediyordum. Peki, o zaman artık bu şehre bir kez daha gelmek için iyi bir sebebim var!
Yine sokaklardayız. Hava soğuk olduğu için bazı sokaklara içinde ateş yanan kocaman variller koymuşlar. Birkaç tanesi de ihtişamlı parlamento binasının önünde. “Hotel du Parlement” 1877-1886 yılları arasında inşa edilmiş. Québec Parlamentosu’na ev sahipliği yapıyor.
Haydi, ama saat öğleden sonra 4 ve çay keyfi yapma vaktidir. Hala Yukarı Şehirdeyiz ama otelimizin harika bir kafesi olduğu için oraya yani Aşağı Şehre dönmeye karar veriyoruz. Dönerken de oldukça daracık bir sokak olan Rue de Tresor’a giriyorum. Burası sanatçıların resim yapmak ve eserlerini satmak için bir araya geldiği bir yer. Aslında tüm sokakta sağlı sollu satış galerileri var ancak çoğu kapalı. Havanın sıcak olduğu dönemde daha fazla satış yeri açık oluyordur, diye düşünüyorum.
Bu akşam yemek için “L’Antiquaire Buffet” isimli küçük, turistik olmayan bir restoranı seçtik. Burası da geleneksel Quebec yemekleri servis ediyor. Muhteşem bir bezelye çorbası içip, tourtière (etli turta) ve Shepherd’s Pie denedik. Ve karnımızı da doyurduğumuza göre sarı sokak lambalarıyla aydınlatılmış karla kaplı daracık sokaklar bizi bekler.

Rue du Petit-Champlain
Eski Quebec Şehri’nin en güzel bölümlerinden biri olarak kabul edilen Petit-Champlain sokağındayız. İlk kolonileşmeden kalma “Rue du Petit-Champlain”, Yeni Fransa’nın doğuşuna ilk elden tanıklık eden, Kuzey Amerika’nın en eski ticari caddesidir. Günümüzde de kocaman ışıklı kar taneleriyle süslenmiş, renkli tabelaları ve şirin dükkânları olan dar Arnavut kaldırımlı bu sokak Québec City’de en çok fotoğraflanan yer. Gecenin bu saatinde tüm dükkânlar kapalı, vitrinlerin camlarına dışarıdan yapışmış bir haldeyken bu sefer de aklıma Andersen’in “Kibritçi Kız” masalı düşüyor aniden. Yılbaşı zamanı, karla kaplı sokaklar ve ışıldayan vitrinler, soğuk mu soğuk bir hava. Yanan kibritler. Ah, kibritçi kız! Bir tarafta ölümün soğukluğu, diğer tarafta ise zorlu koşullar altında bile hayal kurmanın ve umutlu olmanın sıcaklığı. Bu duygular yalayıp geçiyor bedenimi. Masalı defalarca ama defalarca okuduğum çocukluğuma dönüyorum bir saniyeliğine. Acaba diyorum kendi kendime… Acaba bir tarafım hüzne mi âşık, diğer tarafım hayal etmenin sevincine âşıkken? Haydi, ama ben de donmadan otele döneyim artık. Yarın daha eğlenceli ve hareketli olacaaaaak, dinlenelim biraz ama değil mi?



“Château Frontenac” ve “Toboggan”
Sabah kahvaltısı için yine Yukarı Şehre gideceğiz. Oraya çıkarken eğer yokuş tırmanmak istemezseniz, 1870’lerde yapılmış, 60 m. yüksekliğindeki füniküleri kullanabilirsiniz. Bu kez onunla çıkıp manzarayı seyretmek istedik. Yavaş yavaş yükselirken aşağıda donmuş bir nehir ve karla kaplı çatılar bırakıyorken, tam da indiğimiz alanda arkamızı döndüğümüzde bir de ne görelim! Şehrin simgesi haline gelmiş olan koca bir şato! Şato Frontenac (Château Frontenac).
Château Frontenac, 1800’lerin sonlarında Kanada Pasifik Demiryolu şirketi tarafından inşa edilen, dünyanın en çok fotoğrafı çekilen oteli. İsmini de 1600’lü yıllarında yerlilere konyak satışını özendirerek, papazların öfkesini çeken, dönemin Fransız valisi, Kont Louis Frontenac’tan almış. Şato yıllar boyunca pek çok Amerikalı ve Kanadalı politikacıya ev sahipliği yapmıştır: Theodore Roosevelt, Dwight Eisenhower, Richard Nixon, Jimmy Carter, Ronald Reagan, Pierre Eliott Trudeau, Brian Mulroney ve daha pek çok kişi.
Bu şatonun içini de görmek üzere tekrar buraya döneceğiz ancak her ne kadar soğuk bizi ayıltmış olsa da bir kruvasanla kahve içip daha bi kendimize gelelim. Yakıt lazım ama değil mi? Daha güne yeni başlıyoruz. Tipik bir kruvasan & kahve Fransız kahvaltısı için zincir kafelerden birisi olan Paillard’ı seçtik bu sabah. Kahvesini ve hamur işlerini oldukça methetmişlerdi. Deneyelim bakalım. Eveeet, gereken enerjiyi aldığımıza göre vakit birazcık adrenalin vaktidir! Toboggan yapacağız! “O da ne?” dediğinizi duyar gibi oldum.
Otelin nehre bakan tarafında yer alan Dufferin Terrace’da 1884’te yapılan geleneksel kayak (Toboggan) pistinde yaklaşık 70 km/saat hıza ulaşarak aşağıya kayıyorsunuz! Aman Tanrım! Demekle yetiniyorum sadece. Buralara bu mevsimde gelip de yapmadan dönmek olamaz! Tek kelimeyle muhteşem!
Biraz merakımızdan biraz da ısınmak için Şato Frontenac’in içine giriyoruz. İçerideki dükkânları gezip, biraz oturup soluklanıyoruz. Aslında otelin restoranında 5 çayı servisi var. Aklım burada kalacak ancak bu kez vakit ayıramadım. Bir sonraki gelişime bunu da unutmayayım diyerek kendimi dışarıya atıyorum yine.
Yukarı ve Aşağı Şehir arasında geçişi sağlayan 59 basamaklı Breakneck Merdivenlerinden inmeden önce, Kanada’nın en güzel sokaklarından biri olan Petit-Champlain’in yukarıdan görünüşünü izliyorum mutlulukla. Bu merdivenlerin yapım hikâyesi şehrin kurucusu Samuel de Champlain’in, 1620’de evini Cape Diamant’ın tepesine inşa etmeye karar vermesiyle başlıyor. Evinden aşağıya bir yol çiziyor ve dik eğimi atlatabilmek için açtığı patikaya sonradan ahşap merdivenler yapılıyor. Merdivenlerin tepesinden sokağa bakıyorum da ortalık oldukça kalabalık. “En iyisi gece sessizliğinde tekrar gelmeli bu merdivenlere” diyerek bir kaç fotoğraf çekip aşağıya iniyorum. Dükkânlar açık ve çoğu özel ve butik ürünler satıyor. Küçük bir koro karla kaplı sokakta Noel şarkıları söylüyor. İleride minik şirin bir evin önünde küçük bir sıra oluşmuş. Ne sırası ki bu? Aaaa, geleneksel yöntemle kar üzerinde akçaağaç şekerlemesi yapıyorlar, yaşasın! Şehri keşfetmeye elimde akçaağaç şekerlememle devam ediyorum ve yüzümde yaladığım şeker kadar tatlı bir gülümsemeyle…


Sokağın sonundan tam geri dönecekken kafamı bir kaldırıyorum, o da ne? Muhteşem bir duvar resmi. “Fresque du Petit-Champlain”. 2001 yılında yapılan mural, Petit-Champlain bölgesinde bulunan işçi sınıfı mahallesi Cap-Blanc’ın tarihini tasvir ediyor. Balıkçılık, deniz ticareti ve yangınlar, askeri saldırılar ve bölgeyi etkileyen heyelanlar gibi önemli tarihi olayları sahneliyor. Şehirde böyle görülmeye değer 12 tane daha duvar resmi var.
Akşam yemeğinde nihayet leziz mi leziz bir soğan çorbası ve Quebec bölgesine ait olan poutine yiyorum. Poutine ilk olarak 1950’lerde kırsal bölgelerdeki barlarda atıştırmalık olarak ortaya çıkan, kızarmış patates ve peynir altı suyuyla kaplanmış kahverengi, soslu bir yemek. Çok âşık olunası bulduğumu söyleyemeyeceğim ama soğan çorbasının tadı damağımda kaldı.
Place Royal
Otele dönerken ilk akşam gördüğüm masalsı meydandan geçiyorum tekrar. Burası yani Place Royal, Samuel de Champlain’in Amerika’daki ilk kalıcı Fransız yerleşimini 1608’de kurduğu tam konumdur. Fransız rejimi sırasında, 1686’ya kadar Place Royale, Place du Marché (Pazar Meydanı) olarak biliniyormuş ve esas olarak bir pazar yeri olarak hizmet veriyormuş. Avrupalılar gelmeden çok önce ise, yerli, küçük göçebe gruplar burada avlanma, balık tutma ve toplayıcılık yaparak zaman geçirirlermiş. 1682’de, korkunç bir yangın, Fransızlar tarafından ilk inşa edilen ve ahşaptan yapılmış tüm binaları yok etmiş. Daha sonra yetkililer, ev sahiplerini, evlerini taştan yeniden inşa etmeye zorlamış. Ayrıca bu meydana 1688’de inşa edilen Notre-Dame-des-Victoires Kilisesi, Kuzey Amerika’nın en eski taş kilisesidir.
Şu anda tarihte beni yıllarca geriye götüren bu meydandan gecenin geç saatinde çocuk kahkahaları yükseliyor. Yağan kar minik bir tepe oluşturacak şekilde meydanın bir köşesine yığılmış ve çocuklar bu tepeden aşağıya yuvarlanarak eğleniyorlar. O an yanıma kibritçi kızı da alarak aralarına katıldım. Minik kar tepesine çıkıp çıkıp aşağıya yuvarlandık birlikte. Noel ışıklarının titreştiği ve kar tanelerinin salınarak yüzüme değdiği bu büyülü gece hafızamda canlı kalacak.

Ayrılık Vakti…
Artık Quebec şehrinden de sizlerden de ayrılma vakti dostlar. Şehirden ayrılmadan kreplerinin tadına illa ki bakmak istediğim “Le Billig”de kahvaltımı yapıyorum. Eğer yolunuz bu şehre düşecek olursa, tatlı ve tuzlu krep seçenekleri inanılmaz lezzetli olan mekâna uğramalısınız.
Yolcu yolunda gerek dostlar! Bir sonraki buluşmamıza kadar kalın sağlıcakla.
Dilerseniz syakinoglu@gmail.com adresimden veya @saraonroad Instagram hesabımdan bana ulaşabilir, Quebec City ile ilgili merak ettiklerinizi yazabilirsiniz.
Sevgiler…
Sara Bozdemir
Instagram: @saraonroad