Zaman ne çabuk geçti. Seninle geçirdiğimiz kocaman bir tatil bitti ve eve döndüm.
Şimdi yazlık evimde oturmuş seni düşünüyorum. Kafamda 7 Haziran başlayan tatilimin 26 günlük muhasebesini yaptım. Nerelere gittim, kimlerle tanıştım, nasıl dolu dolu yaşadım diye.
Meğer ne çok özlemişim seninle olmayı, sokaklarını, binalarını, dostlarımı, tanıdıklarımı, en çok da sürprizli havalarını. Bir günde 4 mevsim olur mu ya? Evet, Londra’m seninle oluyor.
Seninle her şey mümkündür aslında.
Yakın dostlarım Müge & Trevor’ın misafirliğinde yine unutulmaz anılar biriktirdim. Gider gitmez yıllar önceden tanışık olduğumuz mimar sevgili Fahrettin Aykut’un yeni açtığı Faar Gallery Mayfair’ i ziyaretim ile sanatçı Kezban Arca Batıbeki’nin ‘’ On The Road ‘’ sergisini bitmeden yakalamam çok hoştu. Mayfair de sokakları ve mağazaları turladık biraz da.
Tatilim süresince Solone Square en çok gittiğim yer olabilir bu arada. Bunda harika bir lokasyon olmasının yanında; Saatchi Gallery, muhteşem Taschen Kitapevinin orada olması yatıyor. Taschen! Ah sen ne güzel bir yayınevisin. Nasıl tatlı bir galeriye sahipsin. Bakmalara, gezmelere, sağını solunu didik didik kurcalamaya bayılıyorum. Sanat, tasarım, mimarlık, sinema, tiyatro, aklınıza ne gelirse ama en özelinden, en kıymetlisinde ve en sıra dışı olanından… Hepsinden bir parça…
Bir gün evlerinde misafir olduğum Trevor’ın kızı ve damadının Crystal Palaca’da bulunan harika evlerine öğle yemeğine davet edildik. Tekstilci olmasına rağmen şimdilerde aldığı eğitimlerle peyzaj alanına kaymış olan Caroline, Tom ve harika köpekleri Benson’la tanıştım. Caroline’nın bizzat ilgilendiği bahçelerinde vakit geçirmek, sohbet etmek, aile fotoğrafı vermek çok eğlenceliydi. Eeee… Ne de olsa ben de aileden sayılırım artık J
Her gününüzü programlı geçirmek zorunda olduğunuz Londra’da, ilk ziyaretlerimde gezemediğim Royal Art Academy Of Art’taki yaz sergisini gezmek bir türlü mümkün olamadı. İlk denememde kapalıydı, ikinci denememde sadece davetlilerin olduğu bir zaman dilimiydi. Sadece satış dükkânını ziyaret edebildim. Ve bir daha da gitmek için vakit ayıramadım. Sergi ücretli. 21.5 pound vererek gezebiliyorsunuz.
Bir ara Türkiye’den bir arkadaşlarımız geldi, evli bir çift; Özden ve Ali. Evde akşam yemeği ziyafeti verildi ve bir sonraki planımız olan Greenwich için sözleştik ve planımızı gerçekleştirdik.
Bence en iyi deneyimlerimden birini yaşadım. Uber Boat ile Thames Nehri boyunca Londra’yı başka bir açıdan gördüm. Tower Brige’in altından geçmek, Buckingham Sarayı’nı, Big Ben’i, yeni yapılmış modern yapıları nehir tarafından görmek gibi. Greenwich’e kadar gittik. Greenwich yaşanacak bir yer. İnsan profili, dükkanlar, modern görünümü ile. Evet, o meşhur 0 noktasına gittik. Bunun için King William Walk’da uzun bir yürüyüş yapmamız gerekti. Sıfır noktası için en son aşamada dik bir yokuşu çıkıp, sıfır meridyeninin geçtiğine inanılan bir belirlenmiş çizgiyi görüp geri dönüyorsunuz. Greenwich’i de görmedik demeyiz artık! Dönüşte hep beraber Covent Garden’a uğradık. Bir Pub keyfini de hak etmemiş miydik yani?
Seninle her gün mü dolu geçer insanın Londra? Bitmeyen seçenekler, deneyimler. Bir gün Trevor beni Chealsea’de bulunan “Designe Center’’ a götürmek istedi. Haklı olarak bir tasarımcı olarak çok hoşlanacağımı düşünmüş. Chealsea futbol takımı ile nam salmış olsa da; varlıklı sakinleri, lüks yaşam standartları, dönüşümü yapılmış modern binaları, şık mağaza ve yerleşim yerleri ile pahalı ama gezmek için mükemmel bir yer.
Designe Center, Chelasea’nin liman tarafındaydı. Tasarım dükkanlar, mağazalar, özel eventlerin olduğu organizasyonlar, workshoplar ile kocaman bir binada yer alıyor. Kişiye özel hizmet veren firmaların ofislerine gidip evinizi dekore ettirmek isterseniz burası tam size göre. Harika kumaş, halı, kilim, seramik, mobilya, aydınlatma mağazalarını tek tek ziyaret etmek fırsatını yakaladım… Bir tasarımcı olarak herkesin olmak isteyebileceği bir yerdeydim.
Londra’m yine bana bir güzellik sundu. National Gallery ( 1824 – 2024 ) 200. Yılını kutluyordu. İnanılmaz bir giriş kuyruğuna yakalanmamak için uygun bir gün ve saat belirlemem gerekiyordu. Paul Cezanne, Henri Matisse, Edgar Decas, Renoir, Claude Monet, Vincent Van Gogh, Pablo Picasso… Daha adını sıralayamayacağım birçok sanatçının eserlerini bir anda görmek benim nefesimi kesti. Bir ara kendimi şu şekilde söylenirken buldum: Vay be! Wow!
Seninle günler hızlıca geçerken, geçen sefer Regents kanalı boyunca bisiklet sürüşü yaptığım arkadaşım ve Trevor’la, Kensigton Princess Garden’da bulunan tamamıyla Alman konseptli Stein’s Berlin’deki yemek sonrası Londra’nın başka bir sürprizi ile karşılaştım. Naomi Campbell J Victoria & Albert Müzesi; her yıl icon olarak belirlediği birine adadığı sergide bu sene Naomi vardı. Event çıkışı Naomi ile burun buruna olmak da çok acayipti. Aurası, zarafeti ve önümden geçişi… Unutulmaz anlardandı.
Londra’m, bu sefer tüm arkadaşlarımla görüşme şansını yakaladığım için çok mutluyum. Hepsi ile program yaptım. Gündüzlü – geceli gezdim… Soho’da dünyanın bilinen en iyi sokak sanatçılarından olan Bansky’nin sergisini görmek istedim. The Art of Bansky için Soho’ya gittik. Girişte Bansky tasarımlarının yer aldığı hediyelik eşyalar, adına basılmış yayınlar olan dükkan kısmı vardı. Dünyanın en büyük orijinal ve onaylı Banksy sanat eserleri koleksiyonuyla dolu olan The Art of Banksy, baskılar, tuvaller ve çok sayıda benzersiz eser de dahil olmak üzere 150’den fazla esere ev sahipliği yapıyordu.
Çılgın Soho, gitmeden yapamadığımız Camden Town, Çin yemeklerine bayıldığımız China Town, gezmekten ve bulunmaktan haz aldığımız Kensington, Picadily Circus, Trafalgar Square…
Bu arada Trevor’ın doğum günüydü. Eşi Müge bir organizasyon yaptı. Gordon Ramsey, Street Pizza’da rezervasyon yaptı. Yer Battersea Power Station’daydı. Bu arada müthiş dönüşümü olmuş bir bölgeydi. Recidence, alışveriş merkezi, sosyal alanları ve mimarisi ile çok çok beğendim. Gideceklere tavsiyem olsun. Gordon Ramsey Street Pizza işletme modeli ilginçti. 25 pound karşılığında 90 dk. boyunca sınırsız farklı çeşitte pizza dilimini size sürekli servis eden garsonlar vardı. Arkada da DJ müzik yapıyordu. Dinamik, cool, dekorasyonu çok hoş bir yerdir. Tam benlikti. Bayıldık.
Kutlamalar bununla sınırlı kalmadı. Başka bir gün de kutlamalara devam edildi. Trevor’ın kızı ve damadı doğum günü nedeniyle, pazar öğle yemeği daveti yaptı. Gördüğüm en büyük tren istasyonlarından biri olan Waterloo’ya gittik. The Cut Caddesi üzerinde yer alan The Anchor & Home da unutulmaz bir ziyafet yaşadık. Yemekler, tatlı vb harikaydı. 10 üzerinden 8 diyebilirim. Bu arada burası eski bir tiyatro olan The Old Vic’in çok yakınında. Aklınızda bulunsun.
Günler hızla birbirini kovalarken, üstüne Pride of London’a denk gelmek J Dünyanın her yerinden insanların büyük bir hoşgörü, saygı, sevgi ile bir araya geldiğini gördüm. Farkındalık yaratmak, hayatın içinde biz de varız demek adına, bütün sokaklarını doldurdukları Londra’yı ilk kez böyle gördüm. Çeşitli derneklerin, şirketlerin, okulların yer aldığı geçit töreni ile başlayan etkinlik sokak partileri ile adeta karnaval havasında idi. Herkes kostümler giymiş ve birbirine karşı nazik, kibar, toleranslı idi. Bir tane bile kavga, taşkınlık vb. karşılaşmadım. Seçilmiş kamu görevlileri, polisler, sağlık görevlileri katılımcı ve herkesin sorunsuz eğlenebilmesi için oradaydılar. Tek bir amaç vardı. Herkes özgürce eğlensin. Bu arada inanılmaz bir turizm geliri elde etiklerini düşünüyorum. Çünkü bütün Londra haftalardır bu etkinliğe hazırlanıyor gibiydi. Devlet daireleri, kamu binaları, Londra sokakları, restoranlar, marketler, müzeler, mağazalar her yer bayraklarla donatılmıştı. Sonunda sevgi, saygı, özgürlük, kazandı… Sonunda Londra kazandı.
Londra senin sayende o kadar güzel anılarım oldu ki… Şu anda yazlıkta masamda oturmuş sana bu satırları yazarken, tüm anılarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Yapamadıklarım, gidemediğim yerler de oldu. Onlar listede. Aynı zamana denk gelip gidemediğim, İngiliz Kraliyet Ailesi adına düzenlenen Royal Ascot at yarışları vardı mesela. Ona da öyle kolay kolay davetiye bulamıyorsun. Bürokrasinin halen devam ettiği, sosyetenin ve kraliyet konuklarının katıldığı bu yarışlar için araya nüfuslu birilerini sokman gerekiyor. Ya da kraliyet mensubu olman J
Bu sene 01 / 14 Temmuz tarihleri arasında yapılacak olan Wimbledon Tenis Turnuvası başlamıştı. Ben 2 Temmuzda dönüyordum. Ve tabi ki bu da yapılamayanlar arasında yerini aldı. Neyse belki seneye ona da bir şans veririz. Bu arada biletleri hiç de ucuz değil. Şimdiden uyarayım.
Dönüşüm Stansted Havaalanındandı. Londra’m dönerken ardımdan benim için gözyaşı döktü. Hava serindi. Yağmurluydu.
Teşekkürler canım Londra’m. Seni seviyorum. Seni şimdiden özledim.
Kamil Çakır