
Bazı zamanlar vardır… İçinizde bir şey kıpır kıpırdır ama konuşamazsınız. Boğazınızda düğüm olur kelimeler. Ama içinizde bir ses vardır, durmaz, bangır bangır bağırır. “Hadi!” der, “Söyle!” Siz susarsınız, o susmaz. Konuşsanız da kimse anlamaz. Sonra gün gelir o ses, kendine bir yol bulur. Kimi zaman bir resim olur, kimi zaman bir heykel… Ve bazen öyle güçlüdür ki, sanatın diliyle patlar ortaya!
Bugün sizi biraz o çığlığa, o sese götüreceğim… Yani Picasso’nun Avignon’lu Kızlar tablosuna.
Avignon deyince akla gelen…

İlk durak: Fransa’nın güneyinde, lavanta kokulu Provence bölgesinde yer alan, ortaçağdan kalma romantik şehir Avignon. Ah ne güzel bir yerdir! Ben de gittim, gezdim… Hem de birçok defa…


Tuğba YAZICI / Güney Fransa
Hatta Picasso’nun bir dönem yaşadığı Antibes’teki kaleyi de görme şansım oldu — şimdilerde bir müze zaten. Ama durun! O ünlü tabloya adını veren “Avignon” burası değil.
O tablo var ya… Aslında Barcelona’daki “Carrer d’Avinyó” adlı bir sokakta geçiyor. Ve Picasso’nun bu sokakta yer alan bir genelevde gördüğü beş kadından esinlenerek 1907 yılında yaptığı çarpıcı bir tablo:
Les Demoiselles d’Avignon
(Avignon’lu Genç Kızlar)

MOMA/ New York
Resmi ilk gören: “Bunlar kadın mı? Yoksa maskeler mi? “ diye sorar kendine mutlaka!
Beş kadın, sert bakışlarla izliyor seni. Ama öyle geometrik formlar, öyle kırılmış yüz hatları ki… Kadın olduklarını söylemesen anlamak güç… Picasso’nun bu tablosu neden önemlidir, çünkü Kübizmin doğduğu anlardan biri bu tablo. Şu an New York’ta MOMA’da sergileniyor. Ama ilginçtir; Picasso bu tabloyu yaptıktan sonra bir daha bakmak bile istememiş. Neden mi?
Belki de içinin karanlığını boyadı tuvale.
Picasso’nun Afrika maskelerinden ilham aldığı söylense de, ben başka bir şey hissediyorum. Bence bu tablo; onun içine gömdüğü duyguların, öfkenin, korkunun, acının dışa vurumu. O dönem geçirdiği frengi hastalığı mı tetikledi bu çıkışı? Belki de hastalığının sorumlusu olarak o beş fahişeyi maskelerle resmetti. Belki… Belki de genelevdeki yüzlerde, kendi içindeki yıpranmışlığı gördü. Maskelerle anlattı çünkü maskeler bazen korur, bazen de saklar. Picasso için bu tablo bir hesaplaşmaydı belki de… Öyle derin bir yüzleşme ki, bir daha görmek istemedi. Ben anlıyorum Picasso’yu! Bende 5 fahişeyi çizmeye kalksam veya cinsiyet ayrımı yapmayalım aynı duyguyu veren şahsiyetleri, olduğu gibi yapmazdım, yapamazdım!
İşte sanat tam da bu!
Ne yaşarsak yaşayalım, içimizdeki coşku, öfke, tutku, aşk… Bir şekilde yaptıklarımıza sızar.
Gelelim biraz daha başka bir sanat yolculuğuna:
La Fontaine!
(ya da benim için: La Fantone)
La Fontaine (1621-1695), Fransa’da doğmuş, hukuk eğitimi almış ama kalemi hayvanlara âşık olmuş. Onları konuşturmuş, insanları anlatmış. Sade, anlaşılır bir dille koca bir felsefe inşa etmiş. En sevdiği karakterler kim mi? Tilki, kurt, eşek, aslan ve horoz!

Ve gelin en güzel masallarından birine, birlikte kulak verelim:
Kurt ile Köpek Masalı
Kurt açlıktan gebermek üzere dağlarda gezinirken tombul, parlak tüylü bir köpek görür. Ne yalan söyleyelim, “Bunu yesem mi?” diye düşünür. Ama birden konuşmaya başlarlar.
Köpek: “Sende benim gibi beslenebilirsin.”
Kurt: “Napacağım bunun için?”
Köpek: “Ev sahibine kuyruk sallayacaksın, fakire havlayacaksın… Karşılığında kemik mi istersin, okşama mı, hepsi var!”
Kurt’un gözleri parlar, ama bir detay dikkatini çeker: Boynundaki tasmadan kalan iz.
“Bu ne?” diye sorar.
Köpek geçiştirir ama Kurt anlamıştır:
“Yani canım her yere gidemezsin…”
Kurt arkasına bile bakmadan uzaklaşır:
“Bırak eti kemiği, ben özgürlüğümden vazgeçemem!”
Şimdi benim yorumuma gelelim:
Acaba La Fontaine’in hayvanlara yüklediği anlamlar ile Picasso’nun yüzlerini tanınmaz hale getirişi arasında bir benzerlik olabilir mi? Belki de ikisi de aynı şeyi anlatıyor: İnsanı! Onun karanlığını, çelişkisini, acısını ve özgürlük arayışını.
Ve bende bir sanatçı olarak aynı yoldan gittim elbet… Bende duygularımı renklerle, çizgilerle anlatıyorum…
2017’de ürettiğim bir seri var:
“Hayat Bir Orman Gibidir”
Manifestosu:
“Hayat bir orman gibidir; içinde kuşlarda yaşar, yılanlarda…”
Serinin en dikkat çeken tablosu: Şüpheci Kadın
Sorduğu soruysa:
“Siz de mi bir yılansınız?”
Mix teknikle çalışıldı. Boston’da birçok kez sergilendi. New York ve Virginia’da koleksiyonlara girdi. Ve “Taşınabilir Sanatı” savunduğum için; fular ve yastık versiyonları da üretildi.
Belki de şimdi, dünyanın bambaşka bir yerinde bir kanepede “şüpheci kadın” farklı varyasyonlarıyla birilerini izliyor…

Tuğba Yazıcı /“ Hayat bir orman Gibidir” serisi
Merak ederseniz çalışmalarıma:
www.tugbayazici.com.tr adresimden ve İstanbul Arnavutköy Sanat Galerisi’nde ulaşabilirsiniz.
Yazıyı tamamlarken, çocukluğuma gittim. Annemle anneannemin, bizim anlamayalım diye “kuşdili” konuşmaları geldi aklıma:
“Secen bece bice söğlicegem!”
Ev de kuş gibi şakırlardı…
Şimdi soruyorum size:
Siz duygularınızı nasıl dışa vuruyorsunuz?
Kendiniz için ne yapıyorsunuz?
Bir sonraki sanat kritiklerinde görüşmek üzere…
Tuğba Yazıcı
Multidisciplinary Artist & Producer
